6 Eylül 2013 Cuma

Severim seni Lizbon!

Merhaba..

Bu sabah biraz yorgun, keyifsiz, bi değişik uyandım.

Cuma haftanın son günüymüş, enerji dolarmış insan, aktiviteye hazır olurmuş.. 
O ben değilim. 
Ben yorgunum.
Ben Lizbon'u çok özledim!
.
.
.
Lizbon'da sıradan bir sabah..

"Kubraa Hey Kubraa!" sesleriyle uyandım.. Eski evin tahta panjurlarını açtım, karşımda masmavi nehir.. yukarıda parıl parıl güneş.. Aşağıdan sesleniyor arkadaşım. "We re late for surf class! Vamos!(hadi!)"

Tebessüm edip ayağımda terlik, sıradan bir tshirt ve şortla kendimi Arnavut kaldırım sokaklara atıverdim.

Tıpkı 90'larda her yaz koşa koşa gittiğimiz, dönmek istemediğimiz yazlıklar gibi orası..


Bankadaki paranız, Türkiye'deki önyargılı kasıntı davranışlarınız, sosyal ağlara olan düşkünlüğünüz.. Hiç biri yok.. Arkadaşlık, eğlence, aktivite; yani gerçek sosyalleşme var..


Otobüs, metro, tramvay ve tren var..


Türkiye'de en sıkıntılı vize çıkartan ve yalnızca Ankara'da başkonsolosluğu bulunan Portekiz, çok yıllık oturum iznini şıp diye verdi. Hep sıcaktı, eserdi, hep güzeldi.. Avrupa'ya en pahalı uçak bileti 30eur (hemen hemen her ülkeyi adım adım gezdik) araç kiralama günlük 12eur idi. Bir birinden güzel ve leziz şarapları, ufak tavuklu kremalı tartları, kapısında kuyruktan geçilmeyen tarihi pastais de Belem pastacıkları, her sokakta karşılaşabileceğiniz fado müzisyenleri, her akşam eve gitmeden uğranılan Bairro Alto gerçeği ve alışılmış arkadaş buluşmalar vardı.. 


Biraz vakit geçirdiğiniz an; o şehrin egosuz, hırssız kendi halinde yaşayıp mutlu olan tarzını hissedersiniz. 

Alışık olmadığımız bu düzen en başta garip gelse de sonra sonra onların "3 günlük dünya" mantaliteli yaşam tarzına içten içe özenirsiniz..

Ne var şu Lizbon'da! derseniz:


Büyük süpermarketlere nazaran, çoğu köşebaşlarında ufak bakkallar var.


El yapımı danteller, süs eşyalarının satıldığı çinilerle süslü dükkanlar var.

Kapkaç yok, ev hırsızlığı yok, taciz yok.
Turist görünce saldıran, dolandırıcı taksiciler, tüccarlar yok.
Sokaklar temiz, her ara sokakta ayrı renkli çiçekler var, koparan zarar veren yok.
Topuklu ayakkabı yok, makyaj yok.
Ellerde son model telefonlar, her köşe başında AVMler yok.
Ama,
Şehre 20dk mesafede Avrupa'nın en güzel plajları, en büyük Casinosu, 
Her haftasonu hatrı sayılır müzisyenlerin ziyareti,
Ambulans sesi duyulmayan, trafik kazası senede bir görülen düzeni,
Yaya çizgisine siz adım atmadan duran araba ve saygılı sürücüleri,
Sakinliği, sessizliği, dinginliği,
Lüksü, özel şovları, pahalı restaurantları,
Avrupanın en büyük AVMsi, ateşli futbol takımları,
Şaşalı gece klüpleri, bitip tükenmez partileri, kokteyl ve özel içkileri,
Sosyalleşmenin diğer adı, Bairro Alto gerçeği,
Her gece alkolün dibine vursada, kafası önde gezen gençleri,
7den70 e mükemmel ingilizce konuşan yerlileri,
Bir de güzeller güzeli yeşili, mavisi, güneşi ve kış aylarında yağan yağmuru var..

Özgürlük var, huzur var, güven var..


Gidip yaşayın diye demiyorum, İstanbul'dan sonra daimi yaşam zor, zaten kıskanırım da..

Ama gidin görün, gezin, sindirin o şehri.. Tarihiyle, modernliğiyle, mimarisi ve sıradanlığıyla tanışın..

"Ben rezidans çocuğuyum, teknolojiyle nefes alır, onlardan uzakta yaşayamam, ölürüm!" dedim.. 

Şimdi aşktan, özlemden ölüyorum..
O derece yani.. :)

Sevgiler,

Küb.