30 Ekim 2013 Çarşamba

Berlin ve Diğerleri..

Selam..

Cuma günü, efsanevi yoğun geçen bir iş gününün ardından istanbul trafiğini yandex harita jv ile aşarak, boardinge 5kala yakaladığım Berlin uçağına atlayıp güzel İstanbul'dan kaçtım!

3 saatlik uçuş sonrası, Ekim sonuna rağmen muhteşem havası, camekan kaplamalarla yenilenmiş görkemli binaları, geniş meydanları, parkları, düzgün ve temiz yolları ve batıdan doğuya akan Spree nehri karşıladı beni Berlin'de.

Hepsine bir bir sıra gelecekti ama; göz gezdirdiğim Berlin geçmişi, gündüzü, gecesi, yemeği bir yana; en çok Check point Charlie gerçeğini, duvara takılmış hayatları, duvara kazınmış hatıraları dinlemek istedim..

Duydum ki; II. Dünya Savaşı sırasında Doğu Almanya'dan Batı'ya kaçışların merkezi haline gelen ve bölünen Berlin'in 46kmlik "Utanç duvarı"nın izleri her evde varmış. Haliyle, duvarın 1989'da yıkılışıyla yaşanan sevinçler, giderilen hasretlikler, dinle dinle bitmezmiş.. 

Takside, 50-55 yaşlarında 35 yıldır orada yaşayan ton ton bir Türk'le karşılaştık. 10 dakikalık yolda hem sohbet sohbeti açtı, hem de arabada bize sunduğu ikramlar havada uçuştu. :) 

"Kolay değildir hasretlik, biraz anlatsana seni, aileni, Berlin'i" dedim, başladı anlatmaya..

"O dönemler gençlik yıllarıma denk geldi. İnsanlar denize, göle karşı oturur, düşünür, rahatlar; biz duvara karşı oturup arkasındaki hayatları, insanları, hatıraları düşünür dalar giderdik. 

Mahallemizde evleri sınıra denk gelmiş, camdan kaçmasınlar diye batıda kalan odaların pencereleri tuğla örülmüş, kaçma teşebbüsünde bulunan eşleri dostları keskin nişancılar tarafından vurulmuş arkadaşlarımız var. 

Karşı sokaktaki kız arkadaşını bir daha hiç görememiş, en yakın ahbabından, canım dediklerinden ayrı kalmış ve duyduğu özlemi duvara haykıran, her şeyi içinde yaşamaya alışmış insanlardır Berlinliler.." dedi.

Gördüğüm duvar kalıntıları, hayalimde canlandırdığım yaşanmışlıklar filan hava cıva kaldı. Dinledikten sonra ancak "Vay arkadaş.." diyebildim.

Avrupa Avrupa işte. Her şehir farklı olsa da, bölgesel olarak insan ve kültürler hemen hemen birbirine benzer. Ama yok, Berlin değişik.. Bu şehir o kadar duygu yüklü ki, ne Paris ne Roma, bir çoğunu sollar gider bence..

Çok etkileyiciydi, geçmişi, ayrılıkları düşünüp hayal etmekten yoruldum. Etkilendim.

Müzeleri, şatoları, sarayları ve etkinlikleriyle Avrupa'nın merkezindeki 800 yıllık kültür şehrini gerçekten beğendim. İçi de dışı da güzel bu şehre dair buyrunuz önerilerim:

Mağazaların ve Brandenburg Kapısı ya da Domlar gibi tarihi yapıların kesiştiği Friedrichstrasse üzerinde, ya da merkeze 15/20 dk yürüme mesafesinde ki Potsdamer Platz civarında (Ritz oradaydı, konumu çok elverişli), hatta 30dk yürüme mesafesindeki nehir kenarı otellerde de gönül rahatlığıyla konaklama yapabilirsiniz. Şehir dümdüz, o yüzden yürümekten korkmayın..

Berlin Intercontinental'in 14.katındaki Michelin yıldızlı "Hugos"ta fransız mutfağını tadabilir, Vau'da geleneksel Alman mutfağını keşfedebilir, ya da şehrin en popüler Steakhouse u Grill Royal'da efsanevi et deneyimi yaşayabilirsiniz. (Krug yanında orta pişmiş Wagyu antrikot mesela..Gözlerim kapalı yedim:)) Şehrin her köşesi köri kokuyor ve gerçektende atıştırmalık her şeyi gayet leziz.

2011'de Dünyadaki en iyi club ödülünü almış, 5 katlı tarihi yapıda hizmet veren ve kapısında sabahın 6sında bile 500 kişilik kuyruk bulunduran, cuma gecesi açılıp pazar gecesine kadar non stop techno müzik yapan Berghain, house/pop müziğin şık mekanı Felix, ve underground&hard techno severler için, 3 kattan oluşan, özel DJlere ev sahipliği yapan Tresor a kesinlikle gidin. Berlin gerçekten uyumuyor, göreceksiniz :) 

Güzel fikirler edinmiş olmanız umuduyla yazdığım yazıya küçük bir not daha: Berlin Türk doluydu evet. Frankfurt gibi, Milan gibi, Barselona ve Paris gibi.. Türk olarak her yerde olmamız beni çok mutlu ediyor. Hepimizin gezecek vakti, bütçesi ve vizyonu olması da.. Keşke herkes için gezip görmek, bir adım öteye gitmek kadar mümkün olsa..

Daha nice gezmeler, nice yeni tanışmalar umuduyla.. :)
Sevgiler,
Kub.








16 Eylül 2013 Pazartesi

Aşktır Galatasaray!

Duvara yaslandım gözlerim kapalı, ellerim birleşmiş dua ediyorum..
Gerginlikten titrediğimi bilirim, her ekrana baktığımda tedirginlikten gözlerimin dolduğunu..
Saniyeler geçmiyor, sesler yükselip insanlar heycanlandıkça korkuyorum..
Sonra isyanlar, bağırışlar geliyor kulağıma, rahatlıyorum..
Duymak istediğim en son kelimeyse "Gol!"

Bizim Kayseriyi yendiğimiz, fenerin denizliyle oynadığı şampiyonluk maçını fenerlilerin yanında izliyordum.. 16 dakikalık eziyeti herkes hatırlar herkes bilir.. Ben hayatımda öyle bir duygu tarifsizliği hiç yaşamadım.. Ama tabi sonu klasik son, Şampiyon yine biz olduk..

Kendimi bildim bileli Galatasaraylılık şartı vardır bizim evde. Şampiyon olunur, tüm aile sokağa dökülür kutlamalara katılır. Her pazar sarı kırmızı eşofmanlarla kahvaltı edilir. Seçilecek eşler bile futbolu sevmek, Galatasaraylı olmak zorundadır.

Küçücüktüm mahallede erkeklerle futbol oynar, düşünce ağlamaz, kan görünce korkmazdım ben. Ekrandaki kahramanlarım gibi dimdik dururdum..
Büyüdüm, maç kaçırmayan "sarı-kırmızı-şampiyon" mottolu bir genç kız oldum.. 
Şimdiyse her marşı yumruğu havada okuyan, her 3lükte tüyleri diken diken olan, her golde havalara sıçrayan bir kadınım.. 
Küçüklüğümdeki çocuk kadar derinden Galatasaray'lıyım hala..

Biz karşılıksız mutluluk veren; tutku dolu, sarı kırmızı bir aşk yaşarız.. 
Kimilerinin sahalarının ortasına bayrağımızı diker, evlerinde şampiyonluk kupaları kaldırır, kutlamalar yapar, günümüzü gün ederiz..

Galatasaray'lıyız biz, sarı kırmızı armanın hayranıyız.. 

Neyse.. An itibariyle maça geldim, aşka geldim.. Salı'da Madrid'i yenmeğe geleceğim..  

Severim seni Cimbom çok severim.. 

Herkese güzel haftasonları,
Sevgiler

Kub.


  


6 Eylül 2013 Cuma

Severim seni Lizbon!

Merhaba..

Bu sabah biraz yorgun, keyifsiz, bi değişik uyandım.

Cuma haftanın son günüymüş, enerji dolarmış insan, aktiviteye hazır olurmuş.. 
O ben değilim. 
Ben yorgunum.
Ben Lizbon'u çok özledim!
.
.
.
Lizbon'da sıradan bir sabah..

"Kubraa Hey Kubraa!" sesleriyle uyandım.. Eski evin tahta panjurlarını açtım, karşımda masmavi nehir.. yukarıda parıl parıl güneş.. Aşağıdan sesleniyor arkadaşım. "We re late for surf class! Vamos!(hadi!)"

Tebessüm edip ayağımda terlik, sıradan bir tshirt ve şortla kendimi Arnavut kaldırım sokaklara atıverdim.

Tıpkı 90'larda her yaz koşa koşa gittiğimiz, dönmek istemediğimiz yazlıklar gibi orası..


Bankadaki paranız, Türkiye'deki önyargılı kasıntı davranışlarınız, sosyal ağlara olan düşkünlüğünüz.. Hiç biri yok.. Arkadaşlık, eğlence, aktivite; yani gerçek sosyalleşme var..


Otobüs, metro, tramvay ve tren var..


Türkiye'de en sıkıntılı vize çıkartan ve yalnızca Ankara'da başkonsolosluğu bulunan Portekiz, çok yıllık oturum iznini şıp diye verdi. Hep sıcaktı, eserdi, hep güzeldi.. Avrupa'ya en pahalı uçak bileti 30eur (hemen hemen her ülkeyi adım adım gezdik) araç kiralama günlük 12eur idi. Bir birinden güzel ve leziz şarapları, ufak tavuklu kremalı tartları, kapısında kuyruktan geçilmeyen tarihi pastais de Belem pastacıkları, her sokakta karşılaşabileceğiniz fado müzisyenleri, her akşam eve gitmeden uğranılan Bairro Alto gerçeği ve alışılmış arkadaş buluşmalar vardı.. 


Biraz vakit geçirdiğiniz an; o şehrin egosuz, hırssız kendi halinde yaşayıp mutlu olan tarzını hissedersiniz. 

Alışık olmadığımız bu düzen en başta garip gelse de sonra sonra onların "3 günlük dünya" mantaliteli yaşam tarzına içten içe özenirsiniz..

Ne var şu Lizbon'da! derseniz:


Büyük süpermarketlere nazaran, çoğu köşebaşlarında ufak bakkallar var.


El yapımı danteller, süs eşyalarının satıldığı çinilerle süslü dükkanlar var.

Kapkaç yok, ev hırsızlığı yok, taciz yok.
Turist görünce saldıran, dolandırıcı taksiciler, tüccarlar yok.
Sokaklar temiz, her ara sokakta ayrı renkli çiçekler var, koparan zarar veren yok.
Topuklu ayakkabı yok, makyaj yok.
Ellerde son model telefonlar, her köşe başında AVMler yok.
Ama,
Şehre 20dk mesafede Avrupa'nın en güzel plajları, en büyük Casinosu, 
Her haftasonu hatrı sayılır müzisyenlerin ziyareti,
Ambulans sesi duyulmayan, trafik kazası senede bir görülen düzeni,
Yaya çizgisine siz adım atmadan duran araba ve saygılı sürücüleri,
Sakinliği, sessizliği, dinginliği,
Lüksü, özel şovları, pahalı restaurantları,
Avrupanın en büyük AVMsi, ateşli futbol takımları,
Şaşalı gece klüpleri, bitip tükenmez partileri, kokteyl ve özel içkileri,
Sosyalleşmenin diğer adı, Bairro Alto gerçeği,
Her gece alkolün dibine vursada, kafası önde gezen gençleri,
7den70 e mükemmel ingilizce konuşan yerlileri,
Bir de güzeller güzeli yeşili, mavisi, güneşi ve kış aylarında yağan yağmuru var..

Özgürlük var, huzur var, güven var..


Gidip yaşayın diye demiyorum, İstanbul'dan sonra daimi yaşam zor, zaten kıskanırım da..

Ama gidin görün, gezin, sindirin o şehri.. Tarihiyle, modernliğiyle, mimarisi ve sıradanlığıyla tanışın..

"Ben rezidans çocuğuyum, teknolojiyle nefes alır, onlardan uzakta yaşayamam, ölürüm!" dedim.. 

Şimdi aşktan, özlemden ölüyorum..
O derece yani.. :)

Sevgiler,

Küb.





8 Mart 2013 Cuma

8 Mart, Dünyanın en güzellerinin Günü

Günaydın.
8 Mart Dünya kadınlar günü şerefine, uzun süredir fırsat bulup oluşturamadığım bloguma kavuşmuş bulunmaktayım. Bu anlamlı ve güzel günü blogumla gün edeceğim!:)

Güzeller güzeli hemcinslerim ve kadınlık ruhunu paylaştığımız herkes,
8 Mart, 10 Temmuz, 20 Kasım fark etmeden her şeyin bizim için olduğu bu dünyada, iş, güç, teknoloji ve gelişim bir tarafa, her sabah aynada gördüğünüz tebessüm eden yüzün size ait olduğunu, ve "varsan varsın, yoksan yoksun" mottosunun geçerliliğini ne olursunuz unutmayın.

Bizler, erkek egemenliğinin ve baskınlığının her adımda önümüze çıktığı, çağdaş vizyonla kurulan; ancak şimdilerde gürültücü, kavgacı, korkutucu bir hal almış toplumumuzda ancak haklarımızı ve özgürlüğümüzü korudukça var olabiliriz. Kendinizi sınırlamayın, kişiliğinizi ve yeteneklerinizi gözardı etmeyin. En iyi olduğunuz işi yapın bir de gülümseyin.. İki günlük hayat sizin hayatınız!

Can'sınız ve değerlisiniz unutmayın. :)

Gününüz gün olsun bayanlar, iyi günler!
Kübra.